Kitabın kapağını açınca nar taneleri gibi öyküler saçılıyor ortaya. Yazar sözcüklerle portreler çiziyor. İlkin Zeynel’in portresi. Odun kırarken baltayı sol elinin başparmağına vuruyor. Parmak kopup yuvarlanıyor, onu bir gri bir kedi kapıp ormana kaçıyor. Sonra topal Yunus’un öyküsü. Dükkana mal getiren kasabadan. Eşeğin urganını sıkıca kavrayıp ağır ağır yol alan.Sonra kekeme jandarmanın, şoför Necati, Zihni ve Cemal üçlüsünün, omuzunda tüfeğiyle Yusuf’un, Ebru ve Ayten’in ve diğerlerinin. Babadaki kudurgan öfkenin ve acımasızlığın öyküsü. Baba da ‘’ bir zaman sonra, üzerinden bir daha asla çıkaramayacağı bir giysi ile yatıp kalkar oldu. Nefret giysisi idi bu. Tabii nefret öyle bir şeydir ki, keyfin usulca, iyilikle yayılması gibidir. Ama tersidir onun. Karabasan gibidir, sokulur her yana, eşyaya siner, kapı aralıklarına, pencerelere. Sonra da sızar oradan, yayılır sokağa. Kalabalık çeşmelere varır, ağaç kovuklarına, yıkıldı yıkılacak evlere. Bu yüzden dağınık, hiçbir şeye benzemeyen, hiçbir şey olmayan, dahası, bu biçimsizliği ile yine değişen, bir suret olarak bile akılda kalmayan iğrenç bir yaratıktır nefret ‘’ Nefret kusan bir babayı ne güzel anlatmış.
Fotoğraf: Mehmet Beyazova
Comments